8 Ekim 2006'dan bu yana, bu yazıyı da sayarsak 1321 yazı olmuş. "Dile kolay" lafını belki de hayatımda ilk kez kullanacağım, ama hakkaten de "dile kolay" denir böyle durumlarda.
Her zaman söylerim blogger hizmetinden Cambelboy sayesinde haberim oldu. Ondan görüp, deneyelim bakalım deyip, yazmaya başladım bu bloga. O zamanlar çok garip geliyordu bana blog işi. Bir şeyler yazıyorsun, "okuyan var mı acaba?" merakı içerisindesin falan. İlk günlerdeki heyecan bambaşka oluyor hakkaten. Başlangıç yazısına gelen yorumlarla büyük heyecan duyduğumu dün gibi hatırlarım. Hey gidi...
Sonra Aceto Balsamico bloguyla tanıştım. Sanırım bunu daha önce de söylemiştim. Blogu ilk başlardan beri takip eden nadir kişilerdenimdir diye düşünüyorum. Tesadüf eseri karşıma çıkmıştı, o günden beri de pek çok kişi gibi ben de müptelasıyım zaten. Bülent Abi sayesinde futbol yazmaya başladım. Daha doğru bir ifadeyle, Aceto blog ilham kaynağı oldu bana. Bu bakımdan öncelikli olarak bu iki isme ne kadar teşekkür etsem azdır.
Önceleri daha sert bir üslupla yazıyordum. Bazen haddimi aştığım, abartı boyutta eleştirdiğim isimler oldu. Onu da gençliğimize verin derim hep. Lakin mümkün mertebe samimi yazılar yazmaya çabaladım. Bunu da bilmenizi isterim. Düşünmediğim şeyleri yazmaktan ve etrafa hoş görünme çabasından hep kaçındım. Rakipleri yermeden önce kendimize bakmamız gerektiğini düşündüm. Çuvaldızı başkasına batırmadan önce, bir elimde kendimize batıracağım bir iğne oldu. Doğru ya da yanlış. Tavrım ve tarzım buydu. Umarım yanlış anlaşılmamıştır.
Bugün günde yüzlerce kişinin girdiği, insanların kendi sitelerinde, bloglarında paylaştığı bir bloga sahip olmak, bu işe giriştiğim ilk günlerde aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Demek ki, ciddi emekler verirseniz, ve bilhassa samimi olursanız, güzel sonuçlar elde ediyorsunuz. Bu blogdan kendi haneme çıkaracağım en mühim ders budur. Genelde "blogunuz nasıl bu konuma geldi?" şeklinde soruların olduğu mailler alıyorum. Herhalde verilecek en iyi cevap budur diyebilirim.
Lafı fazla uzatmaya niyetim yok bu sefer. Bugüne kadar uzun yazılar yazarak yeterince meşgul ettik zaten insanları. Dün Narlıdere'de sınava girdik. 10 Aralık tarihinde askerliğimi yapacağım yer belli olacak. Ve 14 Aralık tarihinde de birliğe teslim olacağım nasipse (birliğe teslim olunmaz, birliğe katılınır). İmkan bulabilirsem, gideceğim yeri buradan duyurmaya çalışırım elbette.
Askerlik öncesi kalan sayılı günlerimi, arkadaşlarla, eş-dostla vedalaşmayla geçirmeyi düşünüyorum. Bu yüzden bugünden itibaren blogu pek güncelleyemeyeceğimi söylemek isterim. (blogu bir arkadaşıma emanet ettim, yazı yazmayacak gerçi daha çok gelen yorumları onaylar herhalde) Normalde 2-3 gün yazı yazmayınca, merak eden, mailler atan kişilere ve artık ciddi manada varlığına inandığım blog yazarı-okur ilişkisi sebebiyle bunu buradan duyurmam abes olmaz herhalde. Zaten blog dediğimiz şey bir günlükten ibaret değil mi?
Velhasıl kelam, bugüne kadar okuyan, paylaşan, yorumlarıyla bendenizi bilgilendiren tüm dostlara teşekkür ederim. Aranızdan kırdığım kişiler varsa, onlara da "kusurumuz affola" diyorum. Hakkınızı helal ediniz.
Gideceğim yerde imkanlar nasıl olur kestiremediğim için, oradaki günleri özet geçebileceğim bir şeyler karalayabilir miyim, emin değilim. Ama fırsat bulursam, oradan da ara sıra yazmaya çalışırım.
Bu yazı bir şarkıyla bitsin istedim. Tercihim, "Status Quo-In The Army Now" oldu. "Tuğba Ekinci-O Şimdi Asker"de olabilirdi ama "In The Army Now" daha uygun olur.
italyan çukuru, irlanda masası, fransız öpücüğü... hey!..ben kimseye anti-militaristim demedim ki, bir yanlışlık olmalı...
Geçenlerde blogdan "Meşin Yuvarlağın Beyazperde Serüveni"ne dair bir araştırma yapıyorum, diye yazmıştım. Bitirebilirsem buraya da taşırım hatta demiştim. Gel gelelim bu kadar uğraştırıcı bir şey olacağını tahmin etmemiştim.
Bu alanda yapılmış esaslı bir çalışma var aslında.. "Futbol ve Sinema" kitabının yazarı Tunca Arslan, 150 yerli ve yabancı filmden bahsetmiş eserinde. Biz tabii ki, onun gibi uzun uzun anlatmakla uğraşmayacağız burada, işin içinden çıkamayız zira. Daha ciddi bir araştırmayı okumak isteyenlere elbette ki onun yazdığı kitabı öneriyoruz. Bense daha çok netten araştırdığım, mümkün mertebe aklıma gelen filmler üzerine bu yazıyı yazdım. Fazla detaya girmeden, kısa cümlelerle anlattık eserleri. Yoksa dediğim gibi, işin içinden çıkmak çok zor olurdu. Blogdaki mail adresinden tarafıma ulaşıp, film önerisinden bulunan herkese teşekkür ediyorum fırsattan istifade.. Arada atladığım, sizlerin çok önemsediği bizim yazmayı unuttuğumuz filmler vardır. Onlar için de kusurumuz affola diyorum..
Ayrıyeten bu yazının askerlik sebebiyle ara vermek zorunda olduğum blog yazarlığı hayatımın sondan bir önceki yazısı olması için herhangi bir düşüncem olmamıştı, ama öyle denk geldi..Bu da ilginç oldu benim açımdan..
Elimizden geldikçe, dilimiz döndükçe bahsetmeye çalıştık filmlerden işte.. Daha önce Uçan Hollandalı da bazı filmlerden bahsetmişti blogunda. O yazıdan da feyz aldığımızı belirtelim..
Filmleri herhangi bir kronolojik sıralamaya tabii tutmadan, kafamıza estiği şekilde listeledik. Bunu da söylemiş olayım.
***
Filmlerden bahsetmeye başlamadan önce, futbol ve sinemaya dair hoş lakırdılar eden bazı ünlü isimlere söz vermek lazım.. Noktasına virgülüne dokunmadan tabii..
Ümit Efekan: "Futbol yaşamdaki o kadar çok şeyle bağdaşıyor ki.."
Serdar Akar:"Futbolun arkasında olan olayları, siyasi destekleri, çözebilirsiniz ama sahadaki futbolun verdiği seyir zevkini çözemezsiniz".
Memduh Ün: "Sinema mı, futbol mu? Her şeye rağmen futbol".
Tunca Arslan:"İnsanoğlunun yeryüzü yolculuğundaki tüm güçlü duyguları beyazperdede ya da yeşil sahalarda yaşanabilir. Büyük acılar, sevinçler, ihanet, korku, kaygı, mutluluk, güven, intikam, öfke, aşk pişmanlık, yalnızlık... Yaşam denen oyunu kavramak için müthiş ikili.."
***
Green Street Hooligans: (Yönetmen: Lexi Alender) İlk filmde biraz iltimas geçtim. İtiraf edeyim bunu. En uzun uzun anlattığım film bu olacak sanırım. Bendeki yeri çok ayrıdır bu filmin.
Futbol filmleri dedik ama bu film daha çok taraftarlık, ve tribüncülük mefhumu üzerine.
Film, bayan bir yönetmen futbolu ve tribünü nasıl bu kadar iyi işlemiş sorusunu sordurtuyor adama önce. Hobbitliğinden tanıdığımız Elijah Wood var filmde, ve yine tanıdık bir isim olan Claire Forlani.
Elijah Wood bu filmde Amerika'daki okulundan şutlanmış (suçsuz olduğu halde) ve ablasının yanına, İngiltere'ye gelen oğlan kardeşi oynamaktadır. Futbol hakkında bir şey bilmemektedir. Sırf bununla kalsa iyi, bir de futbol kelimesi yerine, her Amerikalının yaptığı gibi "soccer" lafzını tercih etmektedir ki, bu durum İngiltere'de tanıştığı kitlenin hiç hoşuna gitmez.
Yumuşak başlı bir karakter olan elemanımız kendini bir anda West ham United'ın taraftar grubu olan GSE'nin (Green Street Elite) içinde bulur. Taraftar grubuyla maça gitmeye, deplasman yapmaya ve şiddete meyletmeye başlar.
Onun bu halleri, insanın içinde biriken ve kişinin otokontrolü sayesinde gizleyebildiği şiddet eğilimini, ortama göre dışa vurabileceğini ve tabir-i caizse holigan olabileceğini gösterir.
Film boyunca güzel marşlar dinleyebilir, kullanılan aksanı yer yer anlayamadığınız için kafayı yiyebilirsiniz. West Ham-Millwall rekabetine farklı bir açıdan bakmayı becermiş olan bu filmi, ne yapıp edip izlemelisiniz diyelim.. Ve mümkünse orjinal dilinde izleyin. Dublaj rezaletine katlanmayın..
Şunu da söylemekte fayda görüyorum; bu filmin, benim gibi manyak bünyelerde bazen aşırı derecede gaza gelme, eller cepte, fermuar çeneye kadar çekili vaziyette dolaşma gibi egzantrik tribüncü vaziyetlerine bürünmek gibi yan etkileri var. Söylemedi demeyin sonrandan..
Fever Pitch: (Yönetmen: David Evans) Ünlü yazar Nick Hornby'nin eserinden uyarlanan bir filmdir. Hayatım futbol diyen herkesin izlemesi tavsiye edilir.
El Portero: (Yönetmen: Gonzalo Suarez) Türkçesi kaleci. Carmelo Gomez oynuyor. Vasatın altında bir filmdir.
Bloomfield: (Yönetmen: Richard Haris) Kariyerinin sonuna gelmiş bir futbolcunun hikayesi..
Bend it Like Beckham: (Yönetmen: Gurinder Chadha) Aklımda daha çok Keira Knightley'nin oynadığı film olarak kalacaktır bu film. Hayatımın Çalımı adıyla gösterime girmiştir ülkemizde.
My Name is Joe: (Yönetmen: Ken Loach) Bu filmle ilgili en güzel yorumu Uçan Hollandalı blogunda yapmıştı. Ondan esinlenmiş gibi olacağım ama hakkaten de sadece giriş sahnesi için bile izlenir bu film diyeyim.
Best: (Yönetmen: Mary McGuckian) Sadece George Best demek yeterlidir herhalde.
Two Half Times In Hell: (Yönetmen: Zoltan Fabri) Pele'nin oynadığı Zafere Kaçış filmi, bu filmin yeniden yapımıdır..
Taçsız Kral:(Yönetmen:Atıf Yılmaz) Unutulmaz futbolcu Metin Oktay'ın filmi. Bu filmde Gönül Yazar, Ajda Pekkan gibi ünlü isimlerin yer almasını yönetmene mi, yoksa Metin Oktay efsanesine mi borçluyuz..bilemeyeceğim..
Futboliye: (Yönetmen: Osman Seden) Filmi bilmeyen yoktur herhalde. Osman Seden garip bir yönetmendir. Yönettiği her filmde en az birkaç saniye göründüğü roller verir kendi kendine. Aklıma gelmişken, bunu da söyleyeyim dedim..
There's Only One Jimmy Grimble: (Yönetmen: John Hay) John Hay imzalı bir film. Sihirli Kramponlar adıyla ararsanız, daha kolay bulursunuz.
HillsBorough: (Yönetmen: Charles McDougall)Liverpool-Nottingham Forest F.A. Cup yarı final maçında meydana gelen ve 95 kişinin ezilerek öldüğü faciayı ele alan filmdir.
Shaolin Soccer: (Yönetmen: Stephen Chow) Hemen hemen herkese "Tsubasa"yı hatırlatan bu filmi gülmek için izleyebilirsiniz elbette.
The Football Factory: (Yönetmen:Nick Love) Yine bir tribün filmi. Meraklısının kaçırmaması gerekir. Green Street Hooligans filmiyle kıyaslanır hep..ama bence gerek yoktur. İkisi de çok güzel filmlerdir. Kadıköy'de oynanan bir Galatasaray derbisi için ülkemize gelen, belgesel çeken ve Fenerbahçe tribünün misafir olan Danny Dyer filmin başrollerinden biridir. Bi de Tamer Hassan vakası vardır tabii bu filmde.
Purely Better: (Yönetmen: Mark Herman) "Bundan İyisi Can Sağlığı" adıyla çevrilmiş bu film, Alan Shearer için izlense kâfidir ( bu da Uçan Hollandalı'dan aparılma bir yorum oldu, ama güzel demiş vesselam)
Victory: (Yönetmen: John Huston) Yazının girizgahında afişi olan film. Bu film Türkçe'ye neden "Zafere Kaçış" olarak çevrilmiş derseniz, o da filmin Birleşik Krallık topraklarında "Escape To Victory" ismiyle sunulmasından kaynaklanmakta.. Pele arz-ı endam ediyor filmde bildiğiniz üzere.. ve tabii ki Slyvester Stallone (İtalyan Aygırı) ile Michael Caine abimiz de başrollerde..
Mean Machine: (Yönetmen: barry Skolnick) Türkçe'ye "Sıradışı Sanıklar" tercümesiyle el sallayan bu film neden izlenir? Vinnie Jones vardır.. Bi de Guy Ritchie de yapımcı listesinden bize göz kırpmaktadır.
The Match: (Yönetmen: Mick Davis) 1999 yapımı bu film romantik komedi dediğimiz türden. Konusu ise şöyle; iki İskoç bar takımı kendi aralarında bir maç yaparlar..kazanan diğer takımın barını alacaktır. Arada aşk-meşk davaları da cabası.
Historias de fútbol: (Yönetmen: Andres Wood) 1997 yapımı olan bu filmin konusu içinde futbol geçen üç ayrı hikayeden oluşur.
Hotshot: (Yönetmen: Rick King) Konu basit.. Amerikalı bir futbolcu Pele gibi olmaya çalışmaktadır.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar: (Yönetmen Serdar Akar) Filmi anlatmaya gerek var mı? "Hayat futbola fena halde benzer.."
Go Now: (Yönetmen: Michael Winterbottom) Aşık olduğu kadınla birlikte yaşayan, bir İskoç futbolcu ciddi bir hastalığa yakalanmıştır. Bu hastalık onun hem futbolunu hem de aşk hayatını etkilkeyecektir.. dann... (hep böyle film tanıtım yazıları yazmak istemişimdir..güzel oldu mu?)
Phörpa: (Yönetmen: Khyentse Norbu) 1999 yapımı olan bu film, Tibetli rahipler ve futbol konusunu işliyor.
Gol Kralı: (Yönetmen: Kartal Tibet) Uçan Hollandalı filmin izlenmesi için gerekli olan sebepleri sayarken şöyle demişti, "Birincisinde, kornerde defans oyuncusu nasıl itinayla ekarte edilir, ikincisinde; üst direğe oturularak nasıl auta giden top kurtarılır öğrenebilmek için."
Doğru söze ne denir? Kemal Sunal'ın takım değiştirirken verdiği demeçler unutulmaz..
Ya ya ya Şa şa şa: (Yönetmen: Ümit Efekan) İlyas Salman'ın nadir sevdiğim filmlerindendir.. Bir Kapıcı çocuğunun Fenerbahçe'de futbolculuğa kadar yükselen çizgisinin, birden dibe vuruşunu çok güzel resmeder..Andadolu'dan İstanbul'a büyük ümitlerle gelen, ama bir şey veremeden gerisin geriye dönen her topçu bize bu filmi hatırlatır..
Gmar Gavi'a: (Yönetmen: Eran Riklis) Film, İsrailli bir askerle tutsak aldığı Lübnanlılar arasında futbol sayesinde kurulan gönül köprüsünü konu alıyor.
Die Angst Des Tormanns Beim Elfmeter: (Yönetmen: Wim Wenders) Oldukça garip bir filmdir. Bir yerlerden temin edin ve kesinlikle izleyin. Peter Handke'nin eserinden uyarlamadır..
The Fix: (Yönetmen: Paul Greengrass) 60’lı yılların başında Sheffield Wednesday’li oyuncuların karıştığı şike skandalını konu alan bir TV filmidir.
Goal: (Yönetmen: Danny Cannon) Santiago Munez isimli kahramanımızın hikayesini bilmeyen yoktur herhalde.. Zidane, Beckham, Raul gibi isimler var filmde.
Goal II: Living the Dream: (Yönetmen: Jaume Collet-Sera) Santiago Munez'in hikayesini izlemeye devam. Santiago İngiltere'den İspanya'ya gelir bu filmde..
Gregory's Girl: (Yönetmen: Bill Forsyth) Filmin oyuncularından Dee Hepburn'ün futbol yeteneklerini geliştirmek için Patrick Thistle futbol takımıyla antremanlara çıktığını biliyor muydunuz?
Ha-Shehuna Shelanu: (Yönetmen: Uri Zohar) Zohar'ın filminin konusu, ergenliğe girmiş gençlerin tutucu aileleri, yozlaşmış klüp başkanlarıyla alakalı.. (itiraf ediyorum, bu filmi izlemedim..arkadaş tavsiyesiyle yazdım listeye)
The Arsenal Stadium Mystery: (Yönetmen: Thorold Dickinson) 1940 yapımı bu film. İzleyeni çıkmadı aramızda.. Sadece adını biliyoruz, bir de konusunu.. Truvalılar adında amatör bir takımın yıldız oyuncusu Arsenal ile evsizlere yardım amaçlı yapılan maçta aniden yere yığılıp hayatını kaybeder. Cinayeti çözmek için görevlendirilen müfettiş Slade önce Arsenal stadının sırrını öğrenmelidir.
Manchester United Ruined My Life: (Yönetmen: Mark Brozel) Boşu boşuna Imdb'ye bakmayın. Bulamazsınız orada bu filmi.. İsmi bi nevi "gençliğimin katilisin" hikayesidir izlenimi uyandırsa da, konusu 1950'lerin Manchester'ında yaşayan bir Yahudi çocuğun yaşadıklarını anlatır.. Bol bol futbol sosu var tabii filmde..
Cup Fever: (Yönetmen: David Bracknell) Futbolun beşiği İngiltere olunca, futbol filmlerinin konusu da ağırlıklı olarak İngiliz futbol oluyor.. Bu çocuk filminde Busby, Best ve Charlton gibi İngiliz futbolunun ünlü simaları var.
Dias de Futbol: (Yönetmen: David Serrano) Hoş bir komedidir.. Konusu, eski bir mahkumun rehabilitasyon amacıyla yerel ligde oynayan bir takıma katılmasıdır.
The Game of Their Lives: (Yönetmen: David Anspaugh) 1950 Dünya Kupası’nda İngiltere’yi 1-0 yenen ABD ulusal takımının hikayesini ele alıyor.. Özenmemek mümkün değil bu arada.. Biz gol dahi atamadık İngilizlere..
Hooligans - Kato ta heria ap' ta niata! : (Yönetmen: Kostas Karagiannis) Komşudan bir çalışma.. Konusu, holigan bir genç karıştığı bir kavgada belkemiğini kırmıştır. Olayı araştıran babası neo-faşist bir grubun futbolu kullanarak ülke yönetimin ele geçirmeye çalıştıklarını farkeder.
Fimpen: (Yönetmen: Bo Widerberg) Biraz da Kuzeylilerden bahsetmek lazım. Futbolu çok seven, ve ulusal takıma maskot seçilen bir çocuğun hikayesi. Filmde gerçek futbolcular var ayrıca..
Íslenski draumurinn: (Yönetmen: Robert I. Duoglas) Bu kez bir İzlanda filmi..hayatım futbol diyenlerin hikayesi.. Futbol tuttkunu bir işadamının gerçeklikle bağlarını yitirmesi konusu işleniyor..
Joyeux Noël: (Yönetmen: Christian Carion) Futbolun her koşulda oynanabileceğini gösteren bir Fransız filmi.. 1914 yılında Noel zamanı yaşanan kısa süreli ateşkesi konu alan filmde cephede oynanan futbol maçları var..
O Leao da Estrela:(Yönetmen: Arthur Duarte) 1947 yapımı olan bu filmi izleyemedik ama konusu ilgimizi çekti valla.. Fanatik Sporting Lizbon taraftarı olan bir aile kızlarının düğünü için kuzeye, fanatik Porto taraftarı olan damadın ailesini ziyarete giderler. Bize de bir yerlerden bu filmi bulmak ve izlemek düşer..
Aşk Tutulması: (Yönetmen: Murat Şeker) Fanatik Fenerbahçeli bir yönetmenin yönettiği, ve yine fanatik Fenerbahçeli bir başrol oyuncusunun oynadığı (Tolgahan Sayışman), ve hala sinemalarda gösterilen bir filmdir bu malumunuz.. Fenerbahçeli olmanıza gerek yok.. Güzel bir romantik komedi izlemek isteyenler, ve futbolu hayatında önemli bir yere koyanlar kesinlikle izlemeli..
"Seni Fenerbahçe gibi sevdim, karşılıksız ve çıkarsız.."
Offside: (Yönetmen: Jafar Panahi) İran’da kadınların Bahreyn ile oynanacak olan Dünya Kupası eleme maçını izlemek için kanunla girdikleri mücadeleyi konu alan bir komedi filmi..
Régi Idök Focija: (Yönetmen: Pal Sandor) Yine öneri üzerine listeye aldığımız bir film.. Takımı için her şeyini feda etmeye hazır bir taraftarın portresini anlatan bir Macar filmi..
Vratar: (Yönetmen: Semyon Timoschenko) 1936 yapımlı bu filmde, Grigori Pluzhnik sokakta meyve satarken arabasından düşen bir karpuzu yakalar ve bunu gören SSCB ulusal takımı teknik direktörü tarafından takımın kalesine geçirilir. İlk maçında bir Bask takımına karşı oynayacaktır. (nedense filmin konusu pek tanıdık geldi..)
Das Wunder von Bern: (Yönetmen: Sönke Wortmann) II. Dünya Savaşı’dan SSCB sınırları içinde unutulan bir baba, Almanya ulusal takımı 1954 zaferini yaşarken ülkesine geri döner. Kaçırılmaması gereken, izlenilesi bir film daha.. (tabii benim gibi altyazısız izlemeyin, ikinci kez izleme derdiyle uğraşmayın)
She's The Man: (Andy Fickman) Türkçe'ye "Seksi Futbolcu" diye çevrilmişti sanırım.. Erkek kılığına giren, ve kendini futbol yeteneğiyle erkeklere kanıtlama derdine düşen bir kızcağızın hikayesi..
Det Forbudte Landshold: (Yönetmen: Rasmus Dinesen) Biraz da belgesel niteliğindeki çalışmalardan bahsedelim.. Tibet’in ilk “uluslararası” müsabakasını (Grönland’a karşı) konu alan politik bir belgesel.
Beyond the Promised Land: (Yönetmen:Bob Potter) Yine bir M.United filmi.. Üçlemenin bir parçası.. Roy Keane'in sayko halleri için izlenebilir..
Maradona by Kusturica: (Yönetmen: Emir Kusturica) Başarılı bir yönetmenden, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusuyla ilgili bir belgesel..
Zidane, Un Portrait du 21e Siècle: (Yönetmen: Douglas Gordon ve Philippe Parreno) Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından olan Zidane'la ilgili bir belgesel filmdir, adından da anlaşılacağa üzere.. Real Madrid ve Villareal takımları arasında oynanan maçta tüm kameralar sadece Zidane’ı takip eder.. Kaçırılmaması gereken bir çalışma..
Eski Açık Sarı Desene: (Yönetmen: Ömer Ali Kazma) Galatasaray futbol takımının yer aldığı bir belgesel film..
Asi Ruh Çarşı: (Yönetmen: Ersin Kana) Adından da anlaşılacağı üzere Çarşı grubunu anlatıyor..
The Other Final: (Yönetmen: Johan Kramer) Dünya sıralamasının en alt sırasındaki iki takımı olan Butan ve Montserrat, 2002 Dünya Kupası finali oynanırken karşılaşırlar ve bu da filmin konusu olur..
Real, La Película: (Yönetmen: Borja Manso, Eloy Gonzalez ve Goyo Villasevil) Real Madrid'in 100.yıl filmi..
Takım Böyle Tutulur: (Yönetmen:Paul Okan ve Andreas Treske) Biraz da tuttuğum takımla ilgili çalışmalardan bahsedeyim..Fenerbahçe taraftarlarının tutkusunu anlatmaya çalışmış bir filmdir bu.. Kişisel fikrim vasat bir çalışma olduğu yönünde..yine de futbol ve tribün konulu bir çalışma olduğu için emeği geçenlere teşekkür etmek lazım..
Kuruluştan Kurtuluşa Fenerbahçe: (Yönetmen: Tolga Örnek) Fenerbahçe Spor Kulübü` nün 1907 - 1923 yılları arasındaki tarihini inceleyen ve kulüp sevgisinin vatan sevgisiyle örtüştüğü döneme ışık tutan bir belgesel filmi.
Bahçedeki Fener: (Yönetmen:Can Dündar) Can Dündar imzalı bir çalışma, bir de Fenerbahçe hakkında.. Daha ne isteyebilirsiniz ki?
Fenerbahçe Bir Tutkunun Tarihi: (Mehmet Çelebi) “Bir Tutkunun Tarihi”, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilklerini, dönüm noktalarını, zor günlerini, zaferlerini, kısacası acısıyla, tatlısıyla 100 yıllık tarihini anlatmaktadır. Her Fenerbahçelinin arşivinde mutlak bulunması gereken bir eser..
***
Yazının başlarında da belirttiğim gibi, unuttuğum filmler, çalışmalar olmuştur..Bu bakımdan kusurumuz affola diyorum.. Sürekli ihtiyaç duyulan/duyduğumuz "futbolla ilgili filmler" konusuyla ilgili bir rehber olmasını ümit ettiğim bir araştırma yazısı oldu.. Birçok kaynaktan faydalandık.. Hem onlara, hem de mail gönderip "şu filmden de bahseder misin?" diyen tüm dostlara teşekkür ederim..
Aziz Yıldırım, "Neden Zico gönderildi?" sorusuna yanıtlar verirken, bir ara şöyle bir laf etmişti, "Hoca antremanda bir şeyler yapıyor, arkasında tercüman çocuk top oynuyor". Burada bahsettiği kişi tercüman Samet Güzel oluyor malumunuz. Otorite sorunu olduğundan, ciddiyetsiz ortamdan dem vuruyordu Başkan. Futbol takımı tarihindeki en büyük Avrupa başarısını elde etmiş, ve ilk 8'e girmişti ama otorite ve ciddiyet de mühim meselelerdi nihayetinde.
Bahaneler üretip Zico'ya kapıyı gösterdi. Daha sonra "bunca yıldır aradığım teknik adam" deyip Aragones'e sarıldı Aziz Başkan. İspanyol hoca sert mizacı ve disiplinli yaklaşımlarıyla meşhurdu. İspanya Milli Takımı'nın başındayken futbolcuların her şeyine karıştığına dair haberler çıkıyordu basında. Aziz Yıldırım, Aragones için "Tam benim kafama göre bir hoca" demişti belki de bu sebeple..
Planlanan şey şuydu; Aragones gelince, takım tesislerde Brezilya usulü doğum günü kutlamaları yapmayacak, Anadolu takımlarıyla yapılan maçlara daha ciddi bakılacak ve yürüye yürüye şampiyon olunacak..Haa, bi de unutmadan Tercüman Samet antremanlarda arkada top oynamayacak..
Dede'nin gelmesiyle birlikte, Brezilya usulü doğum günü kutlamaları, ve Tercüman Samet'in antremanda hocanın arkasında top oynaması gibi bir sorunu kalmadı Fenerbahçe'nin. Lakin bazı şeyler bir türlü düzelmiyor. Eski tas eski hamam modunda devam ediyor. Fenerbahçe hala Anadolu takımlarına karşı oynadığı maçlara konsantre olamıyor ve ciddi puanlar kaybediyor. Takım yürüye yürüye şampiyon olacak derken, bu tarz maçlardaki puan kayıplarından bahsediliyorsa, çok yanlış bir hesaplama yapılmış. Sayısal öğrencisi değildim lisede ama sadece derbileri kazanarak şampiyon olunmayacağı gerçeğini görmek için matematikle uğraşıyor olmaya gerek yok..
Dede'nin gelmesiyle takımda ne derece bir disiplin sağlandı, otorite durumları nedir? sorusu sorulmalı artık.
Vakt-i zamanında formasını yere attığı için sezon sonunda kendisine kapı gösterilen bir Tomas örneği var. Esasında madem forma sizin için özel, ki bence de öyle olmalı..hatta kutsal görülmeli, sezon sonunu beklemeden bir şeyler yapacaksınız ki, bir daha kimse formayı değil yere atmak, yerden belirli bir yüksekliğin altına bile bırakamasın..
Bu sene noldu? Önce Kazım formayı yere attı. Yönetim sus pus. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamış gibi davrandılar nerdeyse. Bu blogda, Kazım ne derece yetenekli bir adam olursa olsun, o forma Fenerbahçe formasıdır, Kazım'a bu en uygun şekilde anlatılıp, kendisine kapı gösterilmelidir dediğimde, "Sen zaten hep Aziz Yıldırım'a muhalifsin, rantçısın vb." ithamlarla karşılaştım. Ne alakaysa artık. Lakin bunu söylememdeki esas amaç, bu futbolcuyu hemen kaybedelim şeklinde değildi. Yanlış yorumlandı sözlerim.
Görüyorsunuz işte. Sen forma atma meselesinde herhangi bir ciddi yaptırım uygulamazsan, o formayı daha çok atan olur. En son Deivid atmış. Yarın kim atacak bakalım?
Şimdi hem sanal alemden, hem de tribünden Deivid'e sallasak kaç yazar? Birkaç ay önce Kazım attı formayı, bir şey diyen çıkmadı. Bu kez de o attı. Nasıl olsa herhangi bir yaptırım uygulayan yok..
O formanın mühim olduğunu, kutsal olduğunu iddia ediyorsanız, bunu yaptırımlarınızla göstereceksiniz Fenerbahçe yönetimindeki değerli isimler.. Siz böyle sus pus kaldıkça, Fenerbahçe formasını yere atan daha çok oyuncu çıkar bu takımdan.
Cem Yılmaz, NtvSpor'da Fuat Akdağ ve Rıdvan Dilmen'in hazırladığı "Not Defteri" programına konuk oldu bu gece. Programı başından sonuna aldı götürdü adeta. Fuat Akdağ paso kahkaha attı, Rıdvan Dilmen ise birçok kez masaya kapandı gülmekten..
Program bir yerlerden bulunup tekrar izlenmelidir diyecektim ama videosunu atmışlar nete herhalde hemen.
Gerçi Cem Yılmaz'a karşı bu ülkede iki türlü yaklaşım vardır. Birincisi, aralarında benim de bulunduğum kişiler. Bunlar, gerçekten Cem Yılmaz'ı takdir eden, ve memleketteki en iyi komedyen olduğunu düşünenler. Fazla kurcalamadan, sadece adamın esprilerine gülmeyi tercih edenler yani.. Bir de ikinci grup insanlar var. Onlar da, Cem Yılmaz'ı ve esprilerini ucuz bulurlar, "Nesine gülüyorsunuz bu adamın?" şeklinde yaklaşırlar hadiseye. Genellikle bel altı şakalar yaptığını söylerler falan..Valla açıkçası ben gülmek için onlarca neden aramam. Espriyi tutmuşumdur o an, ve gülmüşümdür anında. Ve şakaları da bel altı, bel üstü diye değerlendirmem. Duruma göre bel altı şaka yapmak icab eder. Biri yapar, ve gülünür. O kadar kasmaya gerek yoktur.
Cem Yılmaz bir yandan NtvSpor'da canlı yayındayken, öte yandan canlı yayında Ntv'de spor haberlerini sunan Burcu Esmersoy'a takıldığı bölümler de hoştu doğrusu. Burcu Esmersoy'un utandığını gösteren hareketleri daha da hoştu elbette.
Ara sıra Rıdvan'la iyi paslaştılar.. Cem Yılmaz en sevdiği deplasmanın Kiev olduğunu belirtti. Deplasmana gidemeyenlerin takımlarını televizyon karşısında desteklemelerini ama aynı zevki vermeyeceğini söyledi.
Haftanın sözü bölümünde Erman Toroğlu'nun Trabzonspor-Sivasspor maçı için yaptığı "Maçı izlerken bir şey kaçırırım diye tuvalete gitmedim" yorumu üzerine, "gitmezsen de kaçırırsın" demesiyle Fuat Akdağ iptal oldu.. Koskoca Fuat Akdağ'ı ne hallere düşürdü Cem Yılmaz yahu. Gerçi Fuat Akdağ daha sonra yayında belirtti, kendisi sıkı bir Cem Yılmaz hayranıymış zaten.
Niye bu kadar uzun uzun anlattıysam artık. Merak eden videodan izler programı.. Programdan bir diyalog yazayım en iyisi.
Cem Yılmaz:"Hayalimde İngilizler'i 16-0 yenmek var". Rıdvan Dilmen:"Ben 1-0'a da razıyım. Daha golümüz yok". Cem Yılmaz:"Ben buna şaşıyorum ya. Bizim daha iyi olduğumuz anlar da oldu". Rıdvan Dilmen: "Yok, daha olmadı". Cem Yılmaz:"Sahada demiyorum be abi". Rıdvan Dilmen: (koptu burada) Cem Yılmaz:"Hayır, İngilizler bizim kadar asılmıyor ya... İngiltere'nin Türkiye kadar asıldığını görmedim hayatımda".
Umut Sarıkaya ayrılıp Uykusuz dergisinin yolunu tuttuğu günden beri Penguen almıyorum. Ciddi bir kalite sorunu yaşadıklarını düşünüyorum ama bu haftaki kapak çalışmalarını oldukça başarılı buldum ne yalan söyleyeyim..
Santos Mirasierra'dan bahsetmiştik geçen hafta.. Olayı bilmeyen varsa, şu yazıya yönlendirelim sizi öncelikle..
***
Takım sevgisinin bedeli nedir?
Bizler sevdalandığımız renkler uğruna‚ her koşulda takımımızın yanında olmaya çalışan taraftarlarız. Her şeyin‚ aşkın‚ sevdanın bile endüstrileştiği‚ paraya tahvil edildiği bu dünyadan‚ futbol camiası da payını alıyor. Şifreli kanallara üye olan‚ yüksek fiyatlı bilet politikalarına itiraz etmeyen‚ futbol takımını hafta sonu eğlencesi olarak kabul eden bir "seyirci" profili‚ karşılıksız‚ çıkarsız sevgiyi tribünlerde yaşatmaya çalışan taraftarların yerine konulmaya çalışıyor. Bugün endüstriyelleşen futbol sektörünün hedef tahtasında taraftar vardır. Başta endüstriyel Batı ülkeleri olmak üzere her yerde taraftarlar‚ suçlu‚ çapulcu‚ düzen bozucu olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Daha geçen hafta‚ sevdasının peşinden maça giderken pompalı tüfekle öldürülen Karşıyaka taraftarı Özgür arkadaşımızın ardından atılan "taraftar terörü" yalanına cenazede bir araya gelen her renkten taraftar omuz omuza yanıt verdi. Dünyanın her yerinde endüstriyel futbolun bu pervasız saldırısına direnen taraftarlar var. Bunlardan biri de Marsilya taraftarı‚ Ultras sözcülerinden arkadaşımız Santos Mirasierra. Santos‚ İspanyada oynanan Atletico Madrid-Marsilya maçından sonra tutuklandı ve şu an 8 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Bütün kamera görüntüleri tam aksini gösterirken‚ Santos bir ispanyol polisini yaralamakla suçlanıyor. Dünyanın tüm tribünlerinde yankı bulan Santosa özgürlük çağrısını biz de buradan bir kez daha haykırıyoruz. Adı Santos olsun‚ Özgür olsun ne olursa olsun‚ biz taraftarlar‚ potansiyel suçlu‚ çapulcu muamelesi görmek istemiyoruz. Bizim tek suçumuz sevdalandığımız renklere çıkarsız‚ paha biçilmeyen sevdamız.
Santosa özgürlük Libert pour Santos Libertad para Santos Freedom for Santos
Vamos Bien
***
Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda oynanan Fenerbahçe - Porto maçı öncesi toplanan bir grup taraftar meşale yaktıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. Ellerinde meşaleler ve "Liberte Pour Santos" yazılı pankartla Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın girişine gelen grup, burada slogan atarak basın açıklaması yaptı.
İspanya Atletico Madrid - Marsilya maçı sırasında çıkan olaylar nedeniyle, 8 Ekim'de tutuklanan ve 8 yıl hapis cezasıyla yargılanan Marsilya tribünlerinin amigosu Santos Mirasierra'ya destek amacıyla toplanan grup, bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasının ardından "Santos'a özgürlük" anlamına gelen "Liberte Pour Santos" tişörtleri giyen gruptan 8 kişi, meşale yaktıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. Yaşanan gerginlik ardından toplanan grup olaysız bir şekilde dağıldı.
Daha iyi olabilir miydi? Evet, olabilirdi.. ama o anda bazı problemler yaşandı ve bu görüntü çıktı ortaya. Emeği geçen herkese teşekkürler diyelim buradan da.
Şaşırtıcı şekilde ilk 10 dk. iyi yüklendik Porto'ya. O bölümde golü bulsak, açıkçası Porto'nun bizi yenecek görüntüsü yok gibiydi. Lakin futbol garip bir oyun işte. Hata yaptığın zaman, karşında bu hatayı değerlendirebilen adamlar olunca, golü anında kalende görüyorsun.
İlk gol Rüştüleşmiş bir Volkan hatasıydı. 2 saat elini havaya kaldıracağına pozisyon alsana be adam. Klasik Türk futbolcusu işte. Hakemlerle oynama derdindeler. Rüştü'yü de bu yüzden hiç sevmezdim. Son Avrupa Şampiyonasında yine böyle aptal bir gol yemiştik onun sayesinde. Bu maçta da Volkan onun izinden gittiğini gösterdi iyice. Ee.. ne de olsa usta-çırak ilişkileri var aralarında.
İkinci golde eleman koluyla almış gibi duruyor ama iş işten geçti. Adamlar attı golü nihayetinde. Bu arada ilk yarıyı 3-0 geride de kapatabilirdik. Direkten dönen topta eleman çok laubali vurdu bence.
İkinci yarı gol atacak top oynamadık. Ya duran toptan ya da birilerine çarpan bir şutla golü bulabilirdik. Porto iyi defans yaptı çünkü o bölümde. Kazım'ın golü belki ateşler takımı biraz diye umut etsek de, Gökhan dışında skora isyan eden kişi yoktu. Deivid bitikti. 18'in çok uzağında bir Alex vardı.. Pozisyon üretmekte yine zorlandık bu sebeple. Uğur ise ayrı bir komedi. Hakem ısrarla oyundan atmadı onu, keza Aragones de onu oyundan çıkarmama konusunda ısrarcıydı.
Bu maç neden bu kadar çok hakemle boğuştuk anlamadım? Fiziksel olarak bittikleri için mi böyleydi acaba bizim topçular? Galatasaraylı bazı oyuncularda sıkça görülen ve antipatik bulduğum bir şeydir hakemle uğraşmak. Futbol içindeki en anlamsız hareketlerden biridir bu. Uğur'un, Yasin'in, Carlos'un hakemle olan anlamsız diyaloglarını görünce utandım. Sanki sen adam gibi top oynuyorsun da hakem oyununa mani oluyor..
Dünkü maçta Gökhan Gönül dışında iyi oynayan başka bir isim sayamıyor oluşumuz ve kaleye çektiğimiz 18 şuta rağmen sadece 1 gol bulmamız, ki o da defansa çarpıp kaleye gitti, maçı neden kaybettiğimizin resmiydi sanki.
Bu takım Kiev'i Kiev'de yenebilir mi? Hiç sanmıyorum..ama umut umuttur işte.
Dünyanın bir numaralı CEO'su olarak kabul edilen GE'nin eski yöneticisi Jack Welch, Türkiye'deki konferansında çok önemli nasihat olarak şöyle bir vurguda bulunmuştu.
"Sakın ha, 30 yıl şirketinize hizmet etmiş birini, ekonomik kriz var diye, kapı önüne koymayın! Böyle bir vefasızlık yapmayın..."
Daha sonra Akbank'ın 1000 kişiyi işten çıkardığı duyuruldu. Vestel'de mühendis olan iki arkadaşımız da işten çıkarılmış.. keza çevremizde birçok kişi var son krizle birlikte işten çıkarılan.
Yukarıda bahsettiğim kişiler arasında ne kadarı o şirketlere 30 yılını verdi bilmiyorum ama öyle ya da böyle emek verdiler çalıştıkları yerlere. Emeklerinin karşılığında ise aldıklarına bakın.. Sürekli eleştirdiğim "sırtını devlete yasla, yeter" yorumuna iyice hak vermeye başladı.
Haa..bir de hani bu kriz bizi teğet geçecekti arkadaş? Anlaşılan işten çıkarılan kişiler yanlış yerde duruyorlar. Direk üstlerinden geçti kriz.. yahut krizin teğet geçmiş hali bu..
Fenerbahçe-Galatasaray derbisi dünyanın sayılı derbilerindendir diyoruz ama bir isim bile koymamışız bu derbiye. Neye göre reklamını yapacağız? Dünya'ya nasıl satacağız?
Keza aynı şeyi birçok kez tribünde bulunduğum ve ciddi manada memleketeki en büyük derbilerden biri olarak gördüğüm Göztepe-Karşıyaka maçları için de söyleyebilirim.
En son Kadıköy'deki bariz üstünlüğe gönderme amaçlı "El Clasico" ürünleri çıkarttı Fenerium. İyi bir pazarlama stratejisiydi ama ben daha çok şu derbilere bir isim bulalım açısından baktım olaya. Belki ilk adım olabilir bu hareket. "El Clasico" isminde hemen herkes hemfikir olmayabilir. Zaten daha çok espri amaçlı ortaya çıktı. Daha iyi bir isim bulunmalı sanki.
İzmir derbisi için "Körfezin ayırdığı biraderler" güzel tanımlama misal ama isim için fazla uzun.
Bu iki derbi ve memleketteki diğer derbiler içim isim önerisinde bulunacak varsa, yorumlarınızı bekliyoruz diyeyim..
***
Tribün Dergi forumlarının nev-i şahsına münhasır ismi "şair nedim" abimizin konuya yaklaşımı ve verdiği isim örneklerini buradan paylaşayım istedim bir de unutmadan.
Fb-BjkEl Kabataşo Bjk-FbEl vapuro Fb-GsEl Fenero Yaz Üç puano Gs-FbEl Kapalı'ya yanaşmo su kafano yersono Gs-BjkEl ayhano ortaparmako Bjk-GsEl Janjano ayhan gene yoko
Pankart ... Yasakların gölgesinde hükmünü sürdüren bir duygu tabelası. Kimi zaman tarif edilemez duygulara aracılık eden, kimi zaman vazgeçilmez sevdamızı yansıtmamıza yardım eden tribün metaryalinin en önemli öğesi, taraftarın olmazsa olmazı. Kimse için ayrılmayan vakitlerin, hiçbir şey için verilmeyen emeklerin, bitmek bilmeyen saatlerin tribüncü tarafından cesurca ve bonkörce harcandığı yegane araç. Bizi anlamayan, bizim duygularımızı taşımayanların nam-ı diğer tabiriyle bez parçası...
Bu yıl 10.yılımızı yaşıyoruz, 10 yıla Fenerbahçe' yi dolu dolu sığdırmanın keyfini grup olarak fazlasıyla sürüyoruz. Geçmişe baktığımızda en önemli öğelerimizden biri olarak lanse ettiğimiz yukarıda tanımlanan pankart yapımında, 10105 metre karelik seviyeye ulaşmanın haklı bir gururunu megalomanlık olsa da fazlasıyla yaşıyoruz.
Fenerbahçe sevdamızı yansıtmamıza aracı olan, Fenerbahçe için emeklerimizi alan, el emeği pankartlarımızın geldiği 10105 metre karelik hedef noktası nedeniyle, geçmişten bugüne el emeği pankartlarımızda hizmet veren herkese teşekkürler. 10.yılda 10.000 metre kare hedefini yakalamamızda, son dönemdeki iş birliği ile katkı sağlayıp bizlerle aynı emeği veren 1907 Unifeb' e ayrıca teşekkür ederiz.
Aşk varsa yaşanmalıdır,Aşk varsa yaşatılmalıdır.Vazgecilmeyen sevdalar, dijital öğelerle değilVerilen emeklerle donatılmış amatör pankartlarla yaşatılmalıdır.
"İstifayı düşünmedim, çünkü bunu gerektirecek bir sebep yok".
Recreativo galibiyetiyle bir nebze olsun rahatladı Real Madrid. Schuster her ne kadar yönetim arkamda dese de, fısıltı gazetesi öyle demiyor ama.
İspanyollardan sonra İngiliz basını da Rafa Benitez'in Real'e gideceği konusunda ardı ardına haberler yapmaya başladı.
Liverpool uzun süre sonra ligde iyi bir performans ortaya koyarken, Benitez'in gitmesi (Rafa'yı pek sevmesem de) takımı ciddi manada etkileyecektir tabii ki de. Şu aşamada gitmesini hiç istemem bu yüzden..
Terry için "Dünyanın en seksi erkeği" demişti sınıftan bir kız..
Habere göre M.City'nin Arapları, Terry için 60 milyon pound'u gözden çıkarmışlar. Yine aynı haberde Terry'e yıllık 10 milyon pound önerecekleri yazılmakta..
"O hikayedeki mal bendim" serisinin tahminimden daha çok ilgi görmesine şaşırmışımdır her zaman.. 3 gündür ne yazayım diye düşündüm. Birçok olay var. İşin içinden çıkamaz gibi oldum. Sonra da en iyisi son bir tane daha yazayım ve bu iş burada bitsin istedim.. Yazı yine uzun oldu. Sonunda hayatın anlamını bulacağını sanan varsa, baştan hiç okumasın derim. Sadece beğendiğim bir kızla yaşadığım olaylar silsilesini anlattım zira.
Buyursunlar..
***
Üniversite 3. sınıftayım. Çok sevdiğim bir hatun kişi bana kolpalık yapmıştı. Moralim çok bozuktu. Tabir-i caizse yara sarma moduna geçmişim. O dönem bir alt sınıftan bir hatunu gözüme kestirdim. Bana göre hoş bir kızdı. Biraz soğuk duruyordu ama benim için problem değil gözüyle bakıyordum bu duruma.
Yavaş yavaş bu duruma belli eder oldum çevremdekilere. Ev arkadaşlarım fark etti önce, sordular, "ya bilmem, bakıyoruz işte" diye geçiştirdim onları. Sınıf arkadaşlarımdan biri olan ve şu sağ tarafta gördüğünüz bloglardan birinin yazarı olan Rapbitt de kıza olan meyilimi bilenlerdendi.. Bir gün onları evinde otururken, beni birden gazlamaya başladı. Esasında benim de gazlanmaya ihtiyacım vardı o vakit. Kızla gidip tanışmak, konuşmak sorun değildi de, ya kız bahsettikleri gibi soğuk, ve insanı bozmaya meraklı biriyse? gibi abuk sabuk sorular beynimde cirit atıyordu. Ortam iyice iddialaşma moduna girdi, ve muhtemelen Rapbitt'i şaşırtan bir şey yapıp, o gün dersimiz olmamasına rağmen "okula gidelim" dedim ona. Gidip kızla tanışacağımı, onunla konuşacağımı söyledim. Muhtemelen o an söylediklerime inanmıyordu. Yazıyor olduğumu düşündü herhalde.
Okula gittik. Kantinde oturduk bir müddet. Kızın ders saatlerini önceden öğrenmiştim. 16.30 gibi dersten çıkacaklardı. 5 dakika varken, masadan kalkıp Eğitim Fakültesi'nin bulunduğu binaya girmekte olan ev arkadaşlarımdan birini görünce onun yanına gittim. Ayaküstü onunla konuştuk. Ne işin var olm okulda?, diye sorunca, "ince iş..eheh" deyip geçiştirdim yine. Tam onunla şakalaşıyorken, kızın merdivenlerden inmekte olduğunu gördüm. Koridor çok kalabalıktı. Kız beni görmemişti. Peşinden gitmeyi düşündüm hemen. Lakin hemen onun arkasından gidersem, başıma iş açabilirdim. Dışarıda bana laf atmaya hazır insanlar olabilirdi. Hemen vazgeçtim bu fikirden ve içinde bulunduğumuz bina ile Teknik Eğitim Fakültesi'ni birbirine bağlayan koridordan hızlı hızlı yürüdüm (bahsettiğim mekan Kocaeli Üniversitesi Anıtpark Kampüsüdür bu arada, artık yazıda geçen bölüm isimleri yok, malum Umuttepe'ye taşınıldı). Kızı uzaktan izliyor, konuşmak için uygun anı kolluyordum. Derken yanına 2 kız geldi. Bir müddet konuştular. Ben o esnada etrafı kesiyordum, bu rezil halimi gören var mı acaba? diye. Neyse ki gören yoktu ya da bana öyle geldi. Kızın çok hızlı yürüdüğünü duymuştum ama bunu tecrübe edince, gözlerime inanamadım. Adeta Ferrari gibiydi hatun. Peşinden koşar gibi atıyordum adımları. Birden telefonum çalmaya başladı. Açmayacaktım ama dayanamadım çünkü arayan annemdi. Onunla telefonda bir süre konuştum. Tabii aynı zamanda hatun kişiyi takip ediyorum. Manyaklık işte.
Telefon görüşmemiz bitti. Kıza iyice yaklaştım ve hani romantik komedi filmlerindeki tanışma sahnelerinde erkek birden kızın karşısına çıkar ya, aynen öyle çıktım karşısına. Aklını almayı denememiştim ama az kalsın alıyordum. Kız ürkmüştü.. N'oluyor? gibilerinden baktı. Kendimi tanıttım, ve konuşabilir miyiz?, diye sordum.. Kız "ne için?" dedi. Haklıydı bunu sormakta. Kem küm ettikten sonra, derdimi anlattım. Bir yerlerde bir şey içebilir miyiz, orada anlatırım, dedim. "Yok böyle devam edelim, acelem var zaten" dedi. Ulan böyle İzmit'in en işlek caddelerinden biri olan Yürüyüş Yolu'nda bir kızla yanyana yürüyüp, sizden hoşlanıyorum gibilerinden konuşmak şimdi çok saçma olur herhalde diye birden plan değiştirdim orada. Böyle davranmamdaki bir diğer sebep, kızın bana olan yaklaşımıydı. Beni gördüğü ilk an kollarıma atlamasını beklemiyordum ama resmen buzdolabıydı (haklıydı belki de, karşısına aniden çıkan bir manyaktan bahsediyoruz). Bir müddet saçma sapan şeyler söyledim ona (şu an hatırlamıyorum onları), baktım gittikçe boktanlaşıyor durum. Bizim sınıfta olan ve onun kankası olan kızdan bahsettim. Kızın tepkisi birden değişti. Bunun sebebi bir hafta önce kankasının yanına gidip, bu kızı sormamdı. Bunu yapmamdaki tek sebep, kızın kulağına gitsin.. Adım duyulsun hesabıydı elbette. Lakin o yanında yürüdüğüm hatunun sanki beni hiç tanımıyormuş ve ona söylediğim an bu olayı ilk kez duymuş gibi rol yapmasını yememiştim yani.. Birden muhabbetimiz normal seyretmeye başlamıştı. Artık daha rahat konuşuyordum. Yolda onların sınıftan olan 3 erkek gördük. Onlar kızla konuşmak için durdu, ama bizim hatun selam verip yoluna devam etti.Ben de yanında durmadan devam ettim. Elemanlara da havasını atmış oldu sayemde (bir üst sınıftan elemanla takılıyorum hesabı). Bilenler için söylüyorum Anıtpark'tan Belsa Plaza'ya kadar yürüdük kızla birlikte..ama daha çok havadan sudan konuştuk. Amacımın yarısına ulaşmıştım.. Bir adım atmıştım nihayetinde.
Ertesi gün ve ondan sonraki günler kızla hem koridorlarda, hem de sınıfında muhabbet eder oldum. Bu bahsettiklerim okulun ilk dönemi yaşandı. Neyse efendim 1 aylık bir zaman dilimiydi bu dönem.. Ve 2.dönem başladığında ben bu kızı unuttum. Yani geyiğine değil, harbi harbi unuttum. Aklım başka kıza gitti. Ona yazılmaya başladım ve belki inanmayacaksınız ama ne selamlaştık o dönem, ne de tek kelime konuştuk. Ve muhtemelen bu olay benim kızla olan geleceğimi etkileyecekti..
4. sınıfa geldik. Ben yine bir an aşık olup, sonradan vazgeçtiğim onlarca hatun kişiden sonra yine bu kıza döndüm. 3. sınıfta kaldığım Almanca dersi için, kızın sınıfa gittim. Alttan aldığım dersleri takip etme moduna girmiştim. İlk1 ay boyunca kız yüzüme bakmadı haklı olarak. Bana ne oluyorsa artık, ben de onu sallamıyordum. Baktım bu iş böyle olacak değil. Bir ders gittim arkasındaki sıraya oturdum. O fark etmedi ama.. dersin ortasında sırtına hafifçe dokundum ve en yüzsüz halimle "n'aber?" dedim. Kızın o an bana öyle bir bakışı vardı ki, yazıyla asla betimleyemem herhalde. Bildiğin "mavi ekran" verdiği birkaç saniye..Sonra toparlandı.. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladık. Haftada 2 gün onlarla alttan derse giriyordum, ve çevresindeki kızlardan fırsat bulursam muhabbet ediyorduk..
Çaktırmadan kız nasıl biridir? erkek arkadaşı var mıdır? gibi fizibilite işlerine giriştim bir yandan da. Hakkında 10 şey duyduysam 9'u olumsuzdu. Erkek arkadaşı yoktu ama kimse bir erkekle ilişkisi olacağına, hatta bir erkeğe cep telefonu numarasını dahi vereceğine inanmıyordu. Herhalde bu kişilerle arası bozuk, ondan kötülüyorlar diye düşündüm. Zira dedikleri gibi olsa benimle hiç konuşmaması gerekiyordu. İlk dönem ikilemlerle geçti benim açımdan. Normalde en geç 1 ay içerisinde gider konuşurum diyordum ama kararsız kaldım.
2. dönem başladığında onların sınıfa pek gidemez olmuştum. Alttan derslerde aynı ortamda olamıyorduk zira. Bir müddet geçti böyle.. En sonunda "yemişim alttan dersi" diyerek, alakam olmadığı halde onlarla derse girmeye karar verdim. Hocaya da sordum tabii önce, girebilir miyim? diye, belli etmemek lazımdı durumu. Devamlı derslere katılan erkeklerin bir elin parmaklarını geçmediği sınıf ortamlarında kabak gibi sırıtıyorsunuz ne yazık ki..Böyle davranmamız gerekiyor. (düşünsenize hocasından tut, bölümdeki herkes adınızı biliyor, neden? çünkü erkek mevcudu az)
Böyle gittiğim derslerin birinde, sırtına hafifçe dokunarak bir kağıt uzattım. Kağıtta "çıkışta konuşabilir miyiz?" yazıyordu.. Cevap olarak "tabi :) " yazmıştı. Dersin sonunu bekledim. Ama garip bir şey oldu ve kız sanki bana hiç söz vermemiş gibi hareket ediyordu. Acaba diğerlerine çaktırmak istemiyor mu? diye düşündüm.. Yok yok..bildiğin kız beni s.klememişti birader. Bastı gitti sınıftan. O an acaba benden geçmişin rövanşını mı alıyor? dye sordum kendimi ama neden sonra gittim peşinden. Yetiştim. "Hani konuşacaktık" dedim.. "Aa.. evet.. Unutmuşum" dedi..ve ben yine yemedim bu hareketini. Rol yapıyordu çünkü. Aniden bir işi çıktığını söyledi. Akşam görüşelim dedim o zaman.. Biraz düşündü ve olur, dedi. Nerde buluşacağımızı kararlaştırdık. Tam ayrılıyorduk, numarasını istedim. Hiç tereddüt etmeden verdi. Benim numaramı da yanımda kaydetti. Hiçbir erkeğe numarasını vermez denen kızın cep numarasını almıştım. Bana kalırsa normal bir hadiseydi ama çevremde onu tanıyan erkeklere göre bu ciddi bir zaferdi.
Öyle olmadığı sonradan anlaşılcaktı ama.. Buluşmamıza yarım saat kala telefonuma gelen mesajda, birlikte kaldığı kuzenin bir işi çıktığını, ve de kuzeniyle gitmesi gerektiğini belirten bir mesaj attı. En azından ekilmedik lan! diye bakmıştım ben bu olaya..
Daha sonraki günler.. biz dışarıda bir türlü görüşemiyorduk ama okulda sürekli muhabbet ediyorduk. Onu tek başına bulduğum zamanlar azdı ama, ekseriyetle onun arkadaş ortamına giriyordum, onu tanımaya çabalıyordum. Hakkında birçok şey öğrenmiştim ama hala istediğim şeyi söyleyememiştim ona.. Ne zaman tek başına yakalasam onu, tam mevzuyu açacakken bir sorun çıkıyordu.. Dışarıda buluşma tekliflerimi de garip bahanelerle geri çeviriyordu. İçten içe gıcık oluyordum bu duruma, ama belli etmiyordum.
Gel zaman git zaman bu sürüncemeli durum sene sonuna kadar devam etti. Finallere girdik. En son girdiğim finalin çıkışında onu gördüm yanındaki arkadaşlarıyla birlikte.. Konya'ya gideceğini, orada formasyon eğitimi alacağını söylermişti (3 ay boyunca). Hassiktir dedim içimden. Benim niye aklıma gelmemişti bu.. Ben bir sonraki eğitim yılı için Marmara Üniversitesi'ne gitmeyi seçmiştim. Ama artık iş içten geçmişti. Yaz boyunca 2 günde bir telefonda ortalama 10'ar dakikalık telefon görüşmeleri yaptık. Tamam olm, bu iş olacak diye yorumluyordu çevremdekiler bu durumu. Bense sazanlayacak değildim. Hayatın bana kapattığım köşeden gol atmasına alışmıştım çünkü..
Bir yaz öyle şarkıda dediği gibi camdan cama misali telefondan telefona geçti. Öte yandan, kıza bir yol sonra Marmara'da okuyacağımı söylememiştim.. Ama iş bu ya, birilerinden duymuş. Onu da sonradan öğrendim.
Bu arada bu kızla ilgili ilginç şeylerden biri de, ne zaman onu düşünsem otobüs durağında karşıma çıkması ve işim olmamasına rağmen onunla birlikte okula gitmek için onunla aynı otobüse binmeyi tercih etmemdir. Telepatisel bir şey miydi neydi?
Benim kıza olan meyilimi belli etmesi açısından bir ders gaza gelip, bir kağıda bir şeyler karalamışlığım da vardı öte yandan.. İçimden ne geçiyorsa, onun hakkında ne hissediyorsam her şeyi yazdım. Ve bir gün bu kağıdı ona verdim.. kağıdı verir vermez okumaya kalktı.. Elini tuttum, ve "eve gidince oku" dedim. Ve söz vermesini istedim. Söz dedi, ama sözünü tuttu mu, bilemiyorum.
Bir mesaj attı bana bu olaydan sonra ve kendimi ve hissettiklerimi çok güzel anlattığımı, ve böyle bir mektubu okuduğu için mutlu olduğunu belirtti.. Bunu bir ilan-ı aşk mektubu olarak tanımlamıştı.. Haklıydı da zira.. Liseli aşık gibi uzun uzun 3 sayfaya döşememiştim duygularımı. Yer yer aşık gibi konuştuğum bölümler de mevcuttu. Aşk mektubu da denebilirdi aslında lan. Şimdi tekrar düşününce hak verdim.
Neyse efenim, hayli uzattım buraya kadar okumaya devam eden varsa, fazla uzatmamaya çalışarak devam etmeye çalışacağım.
Geçtiğimiz sene, kız üniversite son sınıftadır, İzmit'te kalmaktadır.. ben ise Marmara'da formasyon almaktaydım aynı zamanlarda ve Üsküdar'da ikamet etmekteydim.. Marmarada 180 kişilik amfi'de 170 kızın olması sebebiyle, ben bu kızı yine unuttum. Yani ben n'apayım arkadaş? Marmara'da her gün bir kıza yazılsam, eğitim yılı biter yani. ortam böyleydi..
Kız da zaten duyduğum kadarıyla İstanbul'a geçişimi benden değil de başkalarından öğrenince bozlulmuş bu duruma. Ara sıra mesajlaşıyorduk artık. Nadir gittiğim İzmit günlerinde ise şansızlık eseri onu göremiyordum. Bir garip dönemdi..
12 Şubat 2008 günü Yalova'dan arabalı vapura bindim, İstanbul yolcusuydum her zamanki gibi... Hava buz gibiydi doğal olarak. Kafamda her zamanki gibi türlü türlü senaryolar kuruyorum. Ya batarsak? falan diye. En iyisi birilerini arayayım, vakit geçer hem dedim.. Telefon rehberini kurcalarken adını gördüm.. Esin.. (Oha!.. olm adını verdi, diyen var mıdır ki şu an bunu okurken..) Bir an cesarat ettim ve aradım yaşanmış onca garipliğe rağmen.. Millet içeriye girmiş, sıcak içecekler içerek ısınmaya çalışırken, ben deli gibi dışarıdaydım ve kızla konuşuyordum. Her yanım titriyordu soğuktan. Zatürre olacağımı düşünmedim değil bir an. Yaklaşık bi' 15 dakika konuştuk telefonda. Tabii o esnada içerideki herkes dönmüş beni izliyor. Umursamadım bana bakanları.. Bir türlü görüşemediğimiz halde, "görüşürüz" diye kapattık telefonu karşılıklı.. Bir müddet daha dondum öyle.. Sonra birden arabesk moda girdim anlamsız yere ve "Soğukdan her yanım titremiş olsa da, sesini duymak yetti bana" yazdım ve bunu kıza mesaj olarak attım.
Kızdan gece yatağıma girmek üzereyken bir mesaj geldi. Bir türlü yüzyüze rahat konuşamadığımızı ve bir ara uygun bir zamanda konuşmamızın iyi olacağını belirten bir cevap yazmıştı.. Daha uzun bir mesajdı ama şimdi bu yazıyı yazarken, kalkıp telefona gidip bakmaya üşendim. Hala saklıyorum o mesajı. Yazıdaki cümleleri ilk okuduğumda bana olumsuz bir cevap vereceğini hissettim. Aksini iddia edenler de oldu.. ama kendi düşüncem daha ağır bastı ve tam 3 yıl önce yolda yürürken tanıştığım, baya bir samimiyeti ilerlettiğim, yaz günlerinde telefonda konuştuğum, aşk mektubu yazdığm, arabesk mesaj attığım hatun kişiyi o günden beri ne aradım ne de bir daha mesaj attım..
Bilmem reddedilmekten mi korktum..ama aramadım.. Konuşmak istemedim. Oysa reddedilmeye alışıktım. İlk defa Lise-3'te reddedilmiştim ve o günden sonra birkaç kez daha gelmişti bu başıma. Alışıktım yani..
Aslında kızın bu olaydan birkaç hafta sonra numarasını değiştirmiş olduğunu bana haber vermemesine de bozulmuştum biraz. Hem görüşmekten bahsediyor, hem de numarasını değiştirdiğini söylemiyor.. Bunu başkasından duymak da beni rahatsız etti.
Velhasıl kelam..siz söylemeden ben söyleyeyim.. o hikayedeki mal bendim.. Acaba Esin bu yazıyı okur mu? diye düşündüm şimdi. İhtimal vermiyorum diyebilirim ama. Teknolojiyle arası iyi değildir. Hem nereden bulacak bu blogu. Kim bilir şimdi n'apıyor? Yeni numarası var bende.. ama ne aramak ne de mesaj atmak geliyor içimden..
"Danimarkalı arkadaş, çiziği yetmiyormuş gibi Hz. Muhammed karikatürlerini kitaplaştırıyormuş şimdi de... Bizim mizah tarihinde ne Hz. Musa, ne de Hz. İsa hiç hakarete uğramamıştır oysa... Cevabı Shakespeare arkadaş versin: 'Çürümüş bir şey var Danimarka krallığında!..."
Vedat Özdemiroğlu - Uykusuz
***
Bu kitap çıktı mı acaba? Nette herhangi bir bilgi bulamadım da.. Onu da sorayım aklıma gelmişken.